(HAŞİR VE AHİRETİ İSBAT EDEN)
İKİNCİ HAKİKAT:
Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr (eserler, nimetler) ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste (uygun) mücazatta (cezalandırmada) bulunmasın.
Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, en zaîften tut tâ en kavîye (kuvvetliye) kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor.
{(Haşiye-1): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara (fakirlik ve çok ihtiyaca) binaen verildiğine delil-i kat’î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti (iyi beslenmesi) ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti (zorlukla beslenmesi); hem zekâvetsiz (zeki olmayan) balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma’kûsen mütenasibdir (rızık kudret ve irade ile ters orantılıdır). Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.}
En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten (apaçık) gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar (parlak nakışlı ipekli elbiseler) ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latîf elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en musanna’ (sanatlı) meyveleri bize takdim etmek;
hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek;
hem en güzel ve yumuşak bir libası (elbiseyi) elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek;
hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak;
ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.
Hem insan ve bazı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz’dan tut, tâ en küçük mahluka kadar herşey kemal-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında (büyük bir hürmet ve korku ile) umumî bir itaat bulunması; büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.
Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün vâlidelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o latîf gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten (apaçık) anlaşılır.
{(Haşiye-2): Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedahe nihayetsiz Rahîm, Kerim, şefik bir zâtın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.
Evet nebatat ve behimiyat (hayvanlar) gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane (gayeli maksatlı) işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, onun namıyla işliyorlar.}
Bu âlemin mutasarrıfının (idarecisinin) madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celal ve izzeti vardır.
Nihayetsiz celal ve izzet, edebsizlerin te’dibini (terbiye edilmesini) ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyık ihsan ister.
Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecelli eder.
Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste (yaraşır) bir dâr-ı saadet (mutluluk diyarı) olacaktır.
Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu (varlığını) inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir.
Çünki bir daha dönmemek üzere zeval (ölüp yok olmak) ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate (yakıcı azaba) ve nimeti nıkmete (şiddetli cezaya) ve aklı, meş’um (uğursuz) bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle (çevirmekle) hakikat-i rahmetin intıfası (yok olması) lâzım gelir.
Hem o celal ve izzete uygun bir dâr-ı mücazat (ceza diyarı) olacaktır. Çünki ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor.
Yoksa, bakılmıyor değil. Bazen dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede (geçmiş asırlarda) cereyan eden âsi ve mütemerrid (inadçı) kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
Evet hiç mümkün müdür ki; insan umum mevcudat (varlıklar) içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla (sanat eserleri ve nimetler ile) kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa..
hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese..
hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese;
cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat (ceza evi) hazırlamasın?
Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?
Sözler – 63
Said Nursi R.A.
