EVRENİN SIRRI-KAİNATIN TILSIMI-1:

EVRENİN SIRRI : KAİNATIN TILSIMI

BÖLÜM 1/10 :

Bu Evren’de gözlerimiz, teleskop, mikroskop ve aklımız ile gözlemliyoruz ki :

Bütün varlıkları, Güneşlerden, ağaçlardan Atomlara kadar emir altında asker gibi görevlendirip idare eden Haşmetli bir Sultan var.

Hiç mümkünmüdür ki böyle haşmetli bir Sultanın terbiyesi, yönetimi, saltanatı, şu dünya misafirhanesinde geçici bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun ?

Ve sonsuz, bâki bir haşmet dairesi, memleketi ve ebedi yüksek bir saltanat başkenti hazırlamasın ?

Gözlerimizle müşahede ettiğimiz, her sene mevsimlerin değişmesi (yani mevsimlerin teşekkülü için Dünyayı 23.4 derece açıyla eğip, eliptik bir Yörünge üzerinde Güneşin çevresinde döndürmek) gibi haşmetli icraat, Gezegenlerin Güneş etrafında uçak veya uzay gemisi gibi azametli hareketleri, Arzı/Dünyayı insanlara bir Ev, Güneşi de dünyadaki tüm canlılar için bir Lamba yapmak gibi müdhiş eylemler ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı ve üstündeki bitkileri ve hayvanları Baharda diriltmek, süslendirmek gibi geniş faaliyetler gösteriyor ki:

Perde arkasında böyle muazzam bir terbiye ve idare var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir idareci ve terbiyeci Rabbin saltanatı, idaresi altındaki insanların ve memleketin kendine lâyık olmasını ister.

Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi’ ve mühim raiyeti ve kulları olan insanlar, şu dünya misafirhanesinde perişan bir surette geçici bir süre için toplanmışlar.

Misafirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem Sultanın terbiye ve idaresi altındaki bütün raiyet, hizmet tecrübesi için şu imtihan meydanında muvakkaten bulunuyorlar.

Meydan ise, her saat değişir. Hem bütün o insanlar, Yüce Sanatkârın çok kıymetli ihsan ve hediyelerinden nümuneleri ve harika sanat antikalarını âlem çarşısı sergilerinde, ticaret nazarında seyretmek için, şu sergi-yerinde birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar.

Şu sergi-yeri ise, her dakika değişiyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki:

Şu misafirhane ve şu meydan ve şu sergilerin arkasında; o daimi ebedi saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, sağlam sabit meskenler, şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin, kopyaların en hâlis ve en yüksek asıllarıyla, orijinalleriyle dolu bahçeleri ve hazineleri vardır.

Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin kazanma kabiliyetine göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır.

Evet öyle ebedi bir saltanat, imkansızdır ki; şu fâniler ve tükenip giden zeliller üstünde dursun.

Şu hakikata, şu temsil dürbünüyle bak ki:

Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki yolda bir han (hotel) var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece dinlenme ve ders ve ibret almaları için o hotelin dekorasyonuna milyonlar altınlar sarfediyor.

Hem o misafirler o süslü dekorasyondan pek azına ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar.

Fakat her misafir kendine ait özel fotoğraf makinasıyla, o hoteldeki şeylerin görüntülerini alıyorlar.

Hem o büyük zâtın gizli hizmetkârları da, misafirlerin fiil ve davranışlarının görüntülerini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar.

Hem görüyorsun ki; o zât her günde, o kıymetli pahalı süs ve dekorasyonun çoğunu bozar. Yeni gelecek misafirlere, yeni dekorasyonu yapar.

Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı/hoteli yapan zâtın daimî pek lüks konutları, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem devamlı pek büyük bir serveti ve cömertliği vardır.

Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hazırladığı hediyelere rağbet ve arzularını uyandırıyor.

Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen, şu DOKUZ ESASI anlarsın:

Birinci Esas:

Anlarsın ki: O han/hotel gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması imkansızdır. Belki mahlukat kâfilelerinin gelip konması ve sonra göçmesi için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İkinci Esas:

Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Kerem Sahibi Rabbi onları Dârü’s-Selâm’a (selamet ve emniyet diyarı olan Cennete) davet eder.

Üçüncü Esas:

Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki süsler, güzel nimetler, yalnız lezzet almak veya gezip eğlenmek için değil. Çünki bir zaman lezzet verse, ayrılmasıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil.

Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu güzel nimetler; ibret ve ders içindir, şükür içindir, daimi olan asıllarına, orijinallerine insanları teşvik içindir. Başka gayet ulvî yüce gayeler içindir.

Evet madem herşeyin kıymeti ve sanat incelikleri gayet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler numunelerdir, örneklerdir, başka şeylerin suretleri, kopyaları hükmündedirler.

Ve madem müşterilerin nazarlarını, asıllarına, orijinallerine çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit süslü güzel nimetler, bir Rahman-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği kullarına hazırladığı Cennet nimetlerinin numuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir !

Dördüncü Esas:

Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki süslü güzel nimetler ise Cennet’te ehl-i iman için rahmet-i Rahman’la hazırlanıp bekleyen nimetlerin numuneleri, suretleri, kopyaları hükmündedir.

Evet her şeyin VARLIĞININ çeşitli GAYELERİ ve hayatının çeşitli NETİCELERİ vardır.

İman ve İslamiyetten sapmış ehl-i dalaletin vehimle zannettikleri gibi, o gayeler yalnız dünyaya ve kendilerine bakmaz. Yoksa her şey abes, saçmalık dolu ve hikmetsiz, gayesiz hâle düşerdi.

Belki her şeyin varlığının gayesi ve hayatının neticesi üç kısımdır :

Birincisi ve en ulvîsi, Sanatkârına bakar ki; o şeye taktığı sanat harikası süslemeleri, Şahid-i Ezelî olan Rabbimizin kendi nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazar için bir dakika veya bir saniye yaşamak kâfi gelir.

Belki varlık alemine gelmeden, tasavvurda niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir.

İşte çabucak ölüp giden latîf sanat eseri mahluklar ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer san’at harikası olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi tam anlamıyla verir. Bunlara faydasız, abes, gayesiz denilemez.

Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sanatkârının kudret mucizelerini ve sanat eserlerini teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım varlığın gayesi ve hayatın neticesi, şuur sahibi varlıklara bakar. Yani herşey, Yüce Sanatkârın hakikatler-okutan birer mektubu, letafetli birer kasidesi, hikmetli birer kelimesi hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın nazarlarına arzeder, mütalaaya, inceleyip okumaya davet eder. Demek ona bakan her şuurlu mahluk için ibret ve ders veren bir kitabtır.

Üçüncü kısım varlığın gayesi ve hayatın neticesi, o şeyin kendine bakar ki, lezzet almak, gezip eğlenmek, hayatını devam ettirmek ve rahatla yaşamak gibi cüz’î, küçük neticelerdir.

Meselâ: Sultana ait büyük bir gemide çalışan Dümencinin vazifesi ve gayesinin yüzde biri kendisi yani cüz’i ücreti/maaşı ile ilgilidir. Yüzde doksandokuzu Sultanın Gemisinin asıl gayelerine bakar yani Sultana aittir.

Öylede, herşeyin kendine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sanatkârı olan Allah’a ait doksandokuzdur.

İşte bu gayelerin çeşitli ve çok olması sebebiyle birbirine zıd ve çelişkili görünen hikmet (gayeli ve maksatlı olması) ve iktisad, cömertlik, bolluk, zenginlik bilhâssa nihayetsiz servet ve cömertlik ile uyuşmasının sırrı şudur ki:

Birer gaye bakış açısından, cömertlik ve bolluk hükmeder, Rabbimizin Cevvad İsmi tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında hesapsızdır ve israf yoktur. Nihayetsiz cömertliği, zenginliği gösteriyor.

Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet (gayeli, maksatlı olma) hükmeder, Rabbimizin Hakîm İsmi tecelli eder.

Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma ayrılır. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz bolluk ve cömertlik ile bir araya geliyor.

Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, asayişi temin etmektir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hududları korumak ve düşmanla cihad gibi sair vazifeler için, bu mevcud ordu ancak kâfi gelir. Sayı çokluğu mükemmel hikmetle dengededir. İşte hükümetin hikmeti, haşmet ile bir arada görünüyor. O halde, o asker ordusunda fazlalık yoktur denilebilir.

Beşinci Esas:

Hem anlarsın ki: Şu fâni mahlukat ve sanat eserleri geçici dünya ve yok olmak için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar.

Belki vücudda, varlık aleminde kısa bir zaman toplanıp, istenilen bir vaziyet alıp; suretleri, resimleri alınsın, timsalleri (üç boyutlu görüntüleri) tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri kaydedilsin, saklansın.

Meselâ, ebedi yaşayacak müminler için daimî manzaralar dokunup muhafaza edilsin. Hem âlem-i bekada (ahiret aleminde) başka gayelere vesile olsun.

Her şey beka (ebedi varlık) için yaratıldığını, fena (yok olmak) için olmadığını; belki sureten fena (zahiren görünüşte ölüm ve bitmek) ise de aslında vazifeyi tamamlamak ve terhis olmak olduğu bununla anlaşılıyor ki:

Fâni bir şey bir cihetle fenaya gider (ölür veya biter), çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, sonra derhal fena (fânilik, ölüm) perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misallerini, kopyalarını kulaklara emanet eder. Dinleyen akıllar adedince, manalarını akıllarda bâkileştirir. Çünki vazifesi olan mana ifade etmek, bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zahirî suretini, resmini ve herbir tohumunda manevî mahiyetini, programını bırakıp öyle gidiyor. Güya her hâfıza ile her tohum; çiçeğin güzelliğini muhafaza edip saklamak için birer fotoğraf ve varlığının devamı için birer menzil ve konumdur.

En basit hayat mertebesi olan sanat eseri mahluk böyle ise, en yüksek hayat tabakasında ve bâki (ölümsüz) ruh sahibi olan insan; ne kadar beka (daimi yaşamak) ile alâkadar olduğu anlaşılır.

Çiçekli ve meyveli koca nebatatın (bitkilerin) bir parça ruha benzeyen her birinin teşekkülat kanunu, şeklinin görüntüsü, kopyası, zerrecikler gibi tohumlarda mükemmel intizamla, zorlu inkılablar, değişimler içinde bâkileşip muhafaza ediliyor.

Bundan, gayet cem’iyetli (yani binler hisler, duygular, latifeler ve kabiliyetleri içinde toplayan) ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir varlık giydirilmiş, şuurlu, nuranî bir kanun-u emrî olan Beşer Ruhunun, ne derece beka (ebedi hayat) ile bağlantılı ve alâkadar olduğu anlaşılır.

Altıncı Esas:

Hem anlarsın ki: İnsan, koyun gibi ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin, suretleri, videoları alınıp kaydedilir ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için saklanır.

Yedinci Esas:

Hem anlarsın ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, i’dam (yokluk ve hiçliğe gidiş) değil. Belki vazifelerinin tamamlanmasıyla terhisatıdır.

Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır. Hem şuur sahiplerine vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan Sübhanın ikazlarıdır.

Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir ağacın uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin sona ermesiyle gitmelidirler. Tâ ki, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin genişliğine ve sair kardeşlerinin hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençliğin bitmesiyle hem zelil, hem perişan olurlar.

İşte bahar dahi, haşir meydanını hatırlatan bir meyvedar ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi; ibret ve ders dolu bir ağaçtır. Arz dahi, herkesi hayrete sevkeden bir toplanma yeri ve kudret ağacıdır. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen hayret verici bir ağaçtır.

Sekizinci Esas:

Hem anlarsın ki: Şu fâni âlemin Ezeli ve Ebedi Sanatkârının başka ve bâki bir âlemi var ki, Kullarını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Dokuzuncu Esas:

Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has Kullarına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerin kalbine veya hayaline gelmiştir… Âmennâ…

(Büyük İslam Alimi ve Kur’an Müfessiri, Bediüzzaman Said Nursi Hz’nin 10. Söz-Haşir Risalesinden ilhamen alınmış ve izahlı, açıklamalı tarzda hazırlanmıştır.)

10 Bölümlük “Evrenin Sırrı” yazı dizimizin her bölümü, sonraki ve önceki bölümlerini hem açıklayıcı hem manaen genişleticidir. Her bölümü dikkatle okumanızı tavsiye ederim.

Dr. Ali Kemal Pekkendir

ODTÜ Makina-82, Birmingham-99

Windsor, İngiltere

Akpekkendir@yahoo.com

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir