Hem her bir zerre (atom, molekül), öyle bir nakş-ı san’atta işler ki;
ya bütün zerratla (diğer atomlarla) münasebettar (ilişki içinde), herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfeza (hayranlık uyandıran) san’atlı nakşı ve hikmetnüma (gaye ve maksadlı) nakışlı san’atı bilir ve icad eder. Bu ise, binler defa muhaldir (saçmalıklar dolu imkansızlıktır).
Veya bir Sâni’-i Hakîm’in (Gaye ve Maksadlarla yapan Sanatkâr Allah’ın) kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan, harekete memur birer noktadır.
Nasılki meselâ “Ayasofya” kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi’ olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik (taş bina yapım) san’atında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır.
Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler (mahlukattaki atomlar), kâinat ustasının emrine tâbi’ olmazlarsa; herbirine Sâni’-i Kâinat’ın evsafı (Kainatın Ustası Allah’ın sıfatları) kadar evsaf-ı kemal (mükemmel vasıflar) verilmesi lâzım gelir.
Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun (ateist maddeci) gâvurlar bir Vâcibü’l-Vücud’u (Varlığı ve Hayatı Kendi Zâtına ait olan Cenab-ı Hakkı) kabul etmediklerinden, zerrat (atomlar) adedince bâtıl âliheleri (bâtıl tanrıları) kabul etmeğe mezheblerine göre muztar (mecbur) kalıyorlar.
İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm (büyük cehalet) içindedir, bir echel-i mutlaktır (mutlak cahildir).
(Sözler – 554- Said Nursi R.A.)
