صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًؗ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ
Allah’ın boyasıyla boyandık. Boyaca O’ndan daha güzel olan kim vardır? Biz yalnız O’na kulluk ederiz” (deyin).
Bakara Suresi-138
“Allah’ın boyası” (sıbgatullah) deyimine tefsirlerde “İslâm, İslâm boyası, Hanîflik, Allah’ın ezelî-ebedî değişmez dini (ed-dînü’l-kayyim), Hz. Nûh ve ondan sonraki bütün Peygamberlerin bildirdikleri din, Allah’ın insan tabiatına lutfetmiş olduğu temiz fıtrat, Allah’ın kanunu (sünnetullah), Allah’ın hücceti, Allah’ın arındırıp temizlemesi” gibi anlamlar verilmiştir
(bk. Taberî, I, 570-572; Zemahşerî, I, 97; Râzî, IV, 86-87).
Risale-i Nur’da SIBGATULLAH :
Evet binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemalâtına şehadet eden ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev’-i beşerin humsu o zâtın “sıbgı ile sıbgalansa, yani manevî rengiyle renklense” ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. Hem ekser enva’-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mu’cizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette o zât, şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlukudur. Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir hâceti ki; o hâcet ise, insanı esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kàdıyü’l-Hâcat’tan isteyecek.
Sözler – 69
(Avrupa edebiyatı) Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlahî suretinde bakmaz,
Bir “sıbga-i Rahmanî” suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Sözler – 736
Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san’at-ı İlahî, bir “sıbga-i Rahmanî” noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sâni’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir.
Sözler – 737
Dördüncü Fıkra: صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ…الخ ibaresidir. Meali şudur ki:
Sâni’-i Zülcelal’in âlem-i ekberdeki san’atı o derece manidardır ki; o san’at, bir kitab suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer, hakikî fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatla bağlı ve hakikattan meded alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübin’in bir nüshası olan Kur’an-ı Hakîm şeklinde ilân edildi.
Hem nasılki kâinattaki san’atı, kemal-i intizamından kitab şekline girdi; insandaki “sıbgatı” ve nakş-ı hikmeti dahi, hitab çiçeğini açtı. Yani o san’at, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki; o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi.
Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir “sıbga-i Rabbaniye” vermiş ki; o maddî, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayatdar olan beyan ve hitab çiçeği açıldı.
Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutk ve beyana, o derece ulvî cihazat ve istidad verdi ki; Sultan-ı Ezelî’ye muhatab olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani fıtrat-ı insaniyedeki “sıbgat-ı Rabbaniye”, hitab-ı İlahî çiçeğini açtı.
Hiç mümkün müdür ki: Kitab derecesine gelen bütün mevcudattaki san’ata ve hitab makamına gelen “insandaki o sıbgata,” Vâhid-i Ehad’den başkası karışabilsin? Hâşâ!..
Mektubat – 233
Öyle bir Allah’a hamd, medh ü senalar ederiz ki, şu âlem-i kebir onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de onun ibdaıdır. Biri inşası, diğeri binasıdır. Biri san’atı, diğeri “sıbgasıdır.”
Biri nakşı, diğeri zînetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahluku, diğeri masnuudur. Biri mülkü, diğeri memluküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir.
Evet bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü ve malı olduğu, i’cazvari sikke ve mühürleriyle sabittir…
Mesnevi-i Nuriye – 107
Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir.
Biri “Ene”dir, diğeri “Tabiat”tır.
Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tağutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.
İkinci tağut ise, onu İlahî bir san’at, Rahmanî bir “sıbgat,” yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahâzâ o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san’attır.
Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki, Kur’anın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.
Mesnevi-i Nuriye – 118
Evet tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-i gaflet ve dalaletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdır ki, san’at-ı İlahiye ve “sıbga-i Rahmaniyedir.”
Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet (enerji) ise, Hâlık-ı Hakîm-i Alîm’in cilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sâni’ olarak telakki ettikleri tabiata, cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak ise, dalaletten neş’et eden ızdırar neticesinde şeytanların ihtira ettikleri hezeyanlardır.
Çünki müteaddid eserlerimde kat’î bir surette isbat edildiği gibi, hârikaların hârikası olan şu san’at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Habîr-i Basîr’in yed-i kudretinden çıkmamış ise, şu kesif, camid, mukayyed, miskin, mümkinin eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır?
Yoksa âlemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları baûda (sivrisinek) veya kaplumbağa mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ!…
Mesnevi-i Nuriye – 144