3.Hakikat : Allah’in Hakîm (gaye ve maksadlar ile yaratan) ve Âdil (adalet sahibi) isimleri, ahireti gösterir:

HAŞİR VE AHİRETİ İSBAT EDEN

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT:

Bâb-ı hikmet ve adalet olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki:

{(Haşiye): Evet, “Hiç mümkün müdür ki” şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib’addan (akıldan uzak görmekten) ileri gelir. Yani akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder.

İşte Haşir Söz’ünde kat’iyyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet (imkansızlık) ve akıldan uzaklık ve hakikî suubet (zorluk), hattâ imtina’ (akli çözüm kalmayacak) derecesinde müşkilât, küfür yolundadır ve dalaletin mesleğindedir.. ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde suhulet (zıddı düşünülemeyecek derecede kolaylık); iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.

Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile (akıldan uzak görerek) inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tabir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.}

Zerrelerden (atomlardan) güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla (ölçü ve denge ile) rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelal, rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete iman ve ubudiyetle (kullukla) tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin (lütuf ve ihsanlarda bulunmasın) ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan (azgınlık) ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin (haddini bildirmesin) ?

Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, te’hir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya (kıyametten sonraki en büyük mahkemeye), bir saadet-i uzmaya (cennetteki en büyük saadete) bırakılıyor.

Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden (kainatı yöneten) zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor.

Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir.

Görmüyor musun ki: İnsanda bütün a’zâ (organlar), kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bazı a’zâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva (organa) hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor. Evet güzel bir çiçeğin dakik programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’malini (yaptığı işlerin sayfasını), tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını (donanımlarını gösteren listeyi) küçücük bir çekirdekte (DNA spirallerinde) manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

Hem herşeyin hilkatinde (yaratılışında) gayet derecede hüsn-ü san’at (sanat güzelliği) bulunması; nihayet derecede hakîm (hikmetli gayeli planlı yapan) bir Sâni’in (Sanatkar Ustanın) nakşı olduğunu gösterir.

Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin (rahmet hazinelerinin, nimetlerin) anahtarlarını, bütün Esmalarının âyinelerini dercetmek (Rabbimizin isimlerinin tecelli ettiği aynaları, yani uzuvları ve manevi hisleri yerleştirmek); nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.

Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı rububiyette (Allah’ın Rab sıfatı ile yaptığı işlerde) hâkim bir hikmet; o rububiyetin kanadına iltica eden (herşeyin sahibi ve terbiye edicisi olan Rabbimize sığınan) ve iman ile itaat edenlerin taltifini (mükafat ve hediyelendirilmesini) istemesin ve ebedî taltif etmesin?

Hem adalet ve mizan (denge, ölçü) ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin?

Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, suret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adalet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem her hak sahibine istidadı (kabiliyeti) nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levazımatını, bekasının (hayatının devamı için gerekli) bütün cihazatını en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adalet elini gösterir.

Hem istidad lisanıyla (kabiliyet, yetenek diliyle), ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla (yaratılıştan gelen ihtiyaçlar diliyle), ızdırar lisanıyla (mecburiyet ve çaresizlik diliyle) sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hâcetinin (ihtiyacının) imdadına koşan bir adalet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlukun beka (daimi hayat) gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın (ihmal etsin) ? En büyük istimdadını (yardım talebini) ve en büyük sualini cevabsız bıraksın?

Rububiyetin (herşeyi yetiştirip terbiye etmesinin) haşmetini, ibadının (kullarının) hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin?

Halbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adaletin hakikatına mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

Zira hakikî adalet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat (ceza) görsün.

Madem şu fâni, geçici dünya; ebed için halk olunan (sonsuz bir hayat için yaratılan) insan hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır.

Elbette âdil olan o Zât-ı Celil-i Zülcemal’in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelal’in daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i bulunacaktır.

Sözler – 65 (10.Söz, Haşir Risalesi)

****

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir