Şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esası anlarsın:
Birinci Esas:
Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir (imkansızdır).
Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.
İkinci Esas:
Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerim’i, onları Dâr-üs Selâm’a (Cennete) davet eder.
Üçüncü Esas:
Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki tezyinat (süslemeler, güzel manzaralar, nimetler), yalnız telezzüz veya tenezzüh (lezzet ve zevk almak) için değil.
Çünki bir zaman lezzet verse, firakıyla (ayrılmasiyla) birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz.
Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir, şükür içindir, usûl-ü daimîsine (daimi olan asıllarına, orijinallerine) teşvik içindir. Başka gayet ulvî gayeler içindir.
(Haşiye-1): Evet madem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san’atı (sanat incelikleri) gayet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümunelerdir, başka şeylerin suretleri (kopyaları) hükmündedirler.
Ve madem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahman-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği ibadına (kullarına) hazırladığı niam-ı Cennet’in (cennet nimetlerinin) nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.)
Dördüncü Esas:
Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki müzeyyenat (süsler, güzellikler, nimetler) Cennet’te ehl-i iman için rahmet-i Rahman’la iddihar olunan (hazırlanıp bekletilen) nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.
Beşinci Esas:
Hem anlarsın ki: Şu fâni masnuat (sanat eserleri) fena (fani geçici bir varlık) için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar.
Belki vücudda (varlık aleminde) kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp; tâ suretleri (kopyaları, resimleri) alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zabtedilsin. Meselâ, ehl-i ebed (cennet ehli) için daimî manzaralar nescedilsin (dokunsun, kaydedilsin). Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun.
Eşya beka (sonsuz varlık) için yaratıldığını, fena (fani geçici varlık) için olmadığını; belki sureten fena (zahiren görünüşte geçici) ise de tamam-ı vazife ve terhis (vazifesini bitirmekle terhis olmak) olduğu bununla anlaşılıyor ki:
Fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır.
Meselâ kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab (akabinde hemen) fena perdesinde saklanır (ölür, zahiren biter).
Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misallerini kulaklara tevdi’ eder (emanet bırakır). Dinleyen akıllar adedince, manalarını akıllarda ibka eder (sürekli yaşatır). Çünki vazifesi olan ifade-i mana bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zahirî suretini (görüntüsünü) ve herbir tohumunda manevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor.
Güya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti (çiçeğin güzelliğini saklamak) için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler.
En basit mertebe-i hayatta olan masnu (sanatlı mahluk) böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiye (bâki ruh) sahibi olan insan; ne kadar beka (daimi yaşamak) ile alâkadar olduğu anlaşılır.
Çiçekli ve meyveli koca nebatatın (ağaçların, bitkilerin) bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı (şekillenme kanunu, sistemi), timsal-i sureti (görünüşünün fotoğrafları, dış ve iç yapısı); zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla (kusursuz bir düzenle), dağdağalı inkılablar (zor değişimler) içinde ibka (daimileştirilmesi) ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem’iyetli (pek çok vasıflara sahip) ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur (şuurlu) nuranî bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka (sonsuz yaşamak) ile merbut (bağlantılı) ve alâkadar olduğu anlaşılır.
Altıncı Esas:
Hem anlarsın ki:
İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri (görüntüleri) alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.
Yedinci Esas:
Hem anlarsın ki:
Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, i’dam (yok olmak) değil. Belki vazifelerinin tamamıyla (bitmesiyle) terhisatıdır.
(Haşiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin (ağacın) uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama (sona) ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs’atına (genişliğine) ve sair ihvanlarının (kardeşlerinin) hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevaliyle (gençliğin bitmesiyle) hem zelil, hem perişan olurlar.
İşte bahar dahi, mahşernüma (haşir -tekrar diriliş meydanı gibi) bir meyvedar ağaçtır.
Her asırdaki insan âlemi; ibretnüma bir şeceredir (ibret veren bir ağaçtır).
Arz dahi, mahşer-i acaib bir şecere-i kudrettir (hayret uyandıran bir kudret ağacıdır).
Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayretnümadır (hayret verici ağaçtır)…
Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak için tefrîgattır (yerinden feragat etmektir) yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır.
Hem zîşuura (şuurlu insan ve cinne) vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazat-ı Sübhaniyedir.
Sekizinci Esas:
Hem anlarsın ki:
Şu fâni âlemin sermedî Sâni’i (Ebedi Yaradanı) için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibadını (kullarını) oraya sevk ve ona teşvik eder.
Dokuzuncu Esas:
Hem anlarsın ki:
Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına (kullarına) öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir (ne de beşerin hayallerine gelmiştir).
Âmennâ…
Haşir Risalesi, Sözler 77,
Risale-i Nur-Said Nursi R.A.
