BAZI SURE VE TESBİHATLARIN SEVAB VE FAZİLETLERİNE DAİR HADİSLERİN DOĞRU ANLAŞILMASI
Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın (dinsizlerin) mübalağa zannettikleri hattâ muhal (imkansız) bir mübalağa ve mücazefe (söz aldatması) tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı Surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir (hadislerdir).
Meselâ:
“Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.”
“Sure-i İhlas sülüs-ü Kur’an (üçte biri)”,
“Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu (dörtte biri)'”
“Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu (dörtte biri)'”,
“Sure-i Yâsin on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet (Hadis) vardır.
İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir (imkansızdır). Çünki Kur’an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.”
Elcevab:
Hakikatı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahîden (Allah’ın cömertçe artırmasıyla) o harflerin sevabı sünbüllenir, bazen on tane verir, bazen yetmiş, bazen yediyüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazen binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazen onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazen otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi). Ve “o gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır.
İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla (sevablarının kat kat artmasıyla) beraber elbette muvazeneye (mukayeseye) gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile bazı Surelerle muvazeneye gelebilir.
Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri (taneleri) yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne (üçte ikisine) mukabil (denk) oluyor.
Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkeza (böylece) kıyas et.
Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semaviye (semavi tarla) tasavvur ediyoruz.
İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe (tohum, tane) hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yâsin, İhlas, Fatiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle muvazene edilebilir.
Meselâ: Kur’an-ı Hakîm’in üçyüzbin altıyüzyirmi (300.620) harfi olduğundan, Sure-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sure-i İhlas’ın herbir harfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır.
İşte Sure-i Yâsin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı Hakîm’in mecmu-u hurufatına (toplam harf sayısına) nisbet edilse (oranlansa) ve on defa muzaaf olması (on katı sevabın artması) nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki:
Yâsin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir.
İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latîf ve güzel ve doğru ve mücazefesiz (aldatmasız, hakiki) bir hakikat olduğunu anlarsın.
Onuncu Asıl:
Ekser taife-i mahlukatta (mahluk türlerinde) olduğu gibi ef’al ve a’mal-i beşeriyede (insanların fiil ve amellerinde) bazı hârika ferdler bulunur.
O ferdler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir (iftihar, övünç kaynağıdır), yoksa medar-ı şeametleridir (uğursuzluk ve kötülük kaynağıdır).
Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı manevî, birer gaye-i hayal (örnek, hedef) hükmüne geçerler.
Sair ferdlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var.
Demek o mükemmel hârika ferd ise; mutlak, mübhem (belirsiz, gizli) bulunup heryerde bulunması mümkün.
Şu ibham (belirsizlik) itibariyle mantıkça kaziye-i mümkine (mümkün bir hüküm) suretinde külliyetine (umumi olmasına) hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür.
Meselâ, “Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir Hac kadardır.” İşte iki rek’at namaz “bazı vakitte” bir Hacca mukabil (denk) geldiği hakikattır. Herbir iki rek’at namazda bu mana külliyet ile (umumi olarak) mümkündür.
Demek şu nevideki rivayetler (Hadisler), vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır, külliyet (umumilik) ve daimîlikten çıkar.
Belki ya bilfiil muvakkattır (geçici bazı şartlarda geçerlidir), mutlaktır veyahut mümkinedir (ihtimal ve imkan dahilindedir), külliyedir (umumidir).
Demek şu nevi Ehadîsteki külliyet (umumilik) ise, imkân (ihtimal) itibariyledir.
Meselâ: “Gıybet, katil (adam öldürmek) gibidir.”
Demek gıybette öyle bir ferd (bir cinsi) bulunur ki, katil gibi bir zehr-i kàtilden (öldürücü zehirden) daha muzırdır (zararlıdır).
Meselâ: “Bir güzel söz, bir abdi (köleyi, savaş esirini) âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.”
Şimdi tergib (istek uyandırma) ve teşvik için o mübhem (gizli, belirsiz) ferd-i mükemmel (mükemmel sevab cinsinin), mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını, vaki’ (mümkün olanı, olmuş gibi) bir surette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.
Hem de şu âlemin mikyasıyla (ölçüsüyle) âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne muvazi (paralel) gelemez.
Sevab-ı a’mal (güzel amellerin sevabı) o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.
Meselâ:
مَنْ قَرَاَ هٰذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسٰى وَ هَارُونَ
yani:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ الْاَرَض۪ينَ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ٭ وَلَهُ الْكِبْرِيَٓاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَ هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ٭ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ الْاَرَض۪ينَ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ٭ وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَ هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ٭ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ٭
İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir (hadislerdir).
Hakikatı şudur ki:
Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz.
Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine (kuluna) bir tek virde (devamlı okunan duaya, zikre) mukabil vereceği hakikat-i sevab, o iki Zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi (eşit) olabilir.
Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç Padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud (sınırlı) fikriyle bir Padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir.
Hattâ bizde sade-dil (saf kalpli) bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki:
“Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.”
Demek onlar, Padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi (basit) bir surette tahayyül (hayal) ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar.
Şimdi biri o adamlardan birisine dese:
“Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin Padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.” Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir (makam ve kudrettir).
İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih (yönelik) hakaik-i sevabiyeyi (sevabların hakikatini) o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz.
Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile muvazene (kıyaslamak) değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma (bilinmeyeni bilinene) kıyas eder- belki muvazene (kıyas) edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin (mümin kulun) bir virdine (duasına, tesbihatına) mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.
Hem de deniz yüzü ile katrenin (su damlasının) gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler (eşittirler). Fark, keyfiyettedir.
Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikas eden (ruh aynalarına yansıyan) mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır.
Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete (şahsın makamına, faziletine, derecesine) tâbi’dir.
Hem bazen olur ki; bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış.
Demek bazı hâlât (haller) oluyor ki, bir tek âyet, Kur’an kadar faide verebilir.
Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.
Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline (gölgesine) mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat (hakikate aykırı) olamaz.
Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir.
Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat (gökler, uzay) nücumuyla (yıldızlarıyla) beraber görünebilir.
Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.
Netice-i Kelâm:
Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zaîf, felsefesi kavî, hodbin (kibirli), münekkid (tenkidçi) adam!
Şu “On Asl”ı nazara al. Sonra sen hilaf-ı hakikat (gerçeklere ters) ve kat’î muhalif-i vaki’ (olaylara aykırı) gördüğün bir rivayeti (hadisi) bahane ederek Ehadîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma!
Zira evvelâ o “On Asl”ın on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler, hadîse raci’ olamaz.
“Eğer hakikî değilse, senin sû’-i fehmine (bozuk anlayışına) aittir” derler.
Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu “On Asl”ı tekzib ve ibtal etmek lâzım gelir.
Şimdi insafın varsa bu “On Usûl”ü kemal-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilaf-ı hakikat gördüğü bir Hadîsin inkârına kalkışma!
“Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.
Sözler – 346
Said Nursi r.a.
(Hadis ve Sünnet inkarcısı bir grupta neşredilmiş, izahlı metindir).