EVRENİN SIRRI-KAİNATIN TILSIMI-2:

EVRENİN SIRRI : KAİNATIN TILSIMI :

BÖLÜM 2/10

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا ٭ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا ٭ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا ٭ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا ٭ وَ السَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَا ٭ وَ الْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا ٭ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا ٭ الخ

(Güneşe ve onun aydınlığına andolsun * Onu izlediğinde Ay’a andolsun * Onu ortaya çıkardığında Gündüze andolsun * Onu bürüdüğünde Geceye andolsun * Sema ve onu bina edene andolsun * Arz ve onu yayıp döşeyene andolsun * Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.)

Ey kardeş! Eğer âlemin, Evrenin yaratılışındaki hikmeti ve tılsımı ve insanın yaratılmasının sırrını ve maksadını ve namazın hakikatini bir parça anlamak istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevherler, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli pek acaib defineleri varmış. Hem harika sanatlarda mükemmel pek çok mahareti varmış. Hem hesabsız harika fenlere marifeti, ihatası varmış. Hem, nihayetsiz bedi ilimlere sahipmiş.

Her cemal (güzellik) ve kemal (mükemmellik) sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o şanlı Sultan dahi istedi ki, bir Teşhir Yeri açsın, içinde sergiler dizsin; böylece insanların nazarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini göstersin. Böylece manevi güzelliğini ve kusursuz mükemmelliğini iki vecihle müşahede etsin:

Bir vechi:

Bizzât yüksek ve ilmi inceliklere vâkıf kendi nazarıyla, bakışıyla görsün.

Diğeri:

Başkalarının nazarıyla baksın.

Bu hikmete binaen, cesametli ve geniş ve muhteşem bir sarayı yapmağa başladı. Şahane bir surette dairelere, salonlara, odalara taksim ederek hazinelerinin türlü türlü süs ve dekorasyonlarıyla süslendirip kendi san’atının elinden çıkan en latîf, en güzel eserleriyle zînetlendirip, hikmetli fenlerinin en incelikleriyle tanzim edip düzenleyerek ve ilimlerinin mucizekâr eserleriyle donatarak tamamladıktan sonra, herbir yiyecek ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini toplayan sofraları, o sarayda kurdu.

Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle cömertçe, san’atperverane umumi bir ziyafet hazırladı ki, güya herbir sofra, yüz güzel sanatın eserleriyle donatılmış gibi kıymetli hadsiz nimetleri serdi.

Sonra memleketinin her köşesinden ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.

Sonra bir Yaver-i Ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının (sarayın içindeki her şeyin) manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Tâ ki, sarayın Sanatkârını, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının gizli manalarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, içindeki manzum, dizilmiş süsler ve mevzun, ölçülü nakışlar nedir?

Ve hangi yönden saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyretmenin merasimini bildirip, o görünmeyen Sultana karşı, Onun rızası dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

İşte o tanıtıcı Üstadın, Hocanın herbir dairede birer yardımcısı bulunuyor. Kendisi en büyük dairede şakirdleri, talebeleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali ! Şu Sarayın Meliki olan Seyyidimiz, bu şeyleri göstermesiyle ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız.

Hem şu güzel süsler ile kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi Onun san’atını takdir ederek ve işlerini beğenerek kendinizi Ona sevdiriniz.

Hem bu gördüğünüz ihsanlar ve hediyeler ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

Hem şu görünen nimetler ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

Hem şu kemalâtının mükemmel eserleriyle, manevî cemalini, güzelliğini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz.

Hem bütün şu gördüğünüz sanatlı mahluklar ve süslü eşyalar üstünde birer özel sikke, birer hususî mühür, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi kudret elinin eseri olduğunu ve kendisi tek ve eşsiz, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve eşsiz ve misilsiz ve benzersiz tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasib sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu:

Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki harikalara baktıkları zaman dediler:

“Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki: Beyhude değil, âdi basit bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?” deyip düşünürken, birden o tanıtıcı Üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona yönelerek gittiler ve dediler:

“Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad ! Hakikaten, şöyle muhteşem bir sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir Tanıtıcısı lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın rızası ve memnuniyeti dairesinde amel ettiler.

Onların şu edebli muamele ve vaziyetleri o Padişahın hoşuna gittiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir Saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle Zengin ve Cömert bir Melik’e lâyık ve öyle itaatkâr ahaliye yaraşır ve öyle edebli misafirlere münasib ve öyle yüksek bir saraya şâyan bir surette ikram etti, daimî onları saadetlendirdi, mutlu etti.

İkinci güruh ise; akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlub olup lezzetli yemeklerden başka hiçbir şeye iltifat etmediler; bütün o güzelliklere gözlerini kapadılar ve o Üstadın irşadlarına ve talebelerinin ikazlarına kulaklarını tıkadılar.

Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için hazırlanmış iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. O Şanlı Sanatkârın düsturlarına karşı edebsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş ! Elbette anladın ki:

O Şanlı Hâkim bu sarayı, şu zikrettiğimiz maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların hâsıl olması ise, iki şeye bağlıdır :

Birisi:

Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz Üstadın varlığıdır. Çünki O bulunmazsa, bütün maksadlar beyhude olur, boşa gider. Çünki anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz, öğretmensiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi:

Ahali, o Üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.

Demek, o Üstadın, Hocanın varlığı, sarayın varlığına sebebtir ve ahalinin dinleyip kabul etmesi, sarayın varlığının devamına sebebdir.

Öyle ise denilebilir ki: Şu Üstad olmasaydı, o Şanlı Melik şu sarayı bina etmezdi.

Hem yine denilebilir ki: O Üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o saray tebdil ve tahvil edilecek, değiştirilecek.

(Devam edecek inşaallah)

Bediüzzaman Said Nursi Hz’nin Sözler eserinden istifade ederek, izahlı şekilde paylaşan :

Dr. Ali Kemal Pekkendir

ODTÜ Makina-82, Birmingham Uni-99

Windsor, İngiltere

Akpekkendir@yahoo.com

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir