EVRENİN SIRRI : KAİNATIN TILSIMI :
BÖLÜM 3/10
Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör:
İşte o saray, şu âlemdir, Evrendir ki; tavanı, tebessüm eden yıldızlarla aydınlatılmış gök yüzüdür. Tabanı ise, doğudan batıya çeşit çeşit çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
O Melik ise, Ezel Ebed Sultanı olan bir Zât-ı Mukaddes’tir ki, yedi kat semavat (gökler, uzay) ve arz (dünya) ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o zâtı takdis edip tesbih ediyorlar.
Hem öyle Kudretli bir Melik ki, semavat ve arzı altı günde (altı devrede) yaratarak Rububiyet Arşında (tahtında) durup; gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp, Kâinat sahifesinde âyetlerini yazan; ve Güneş, Ay, Yıldızlar Onun emri altında hizmetkâr, haşmet ve kudret sahibidir.
O sarayın odaları ise, şu onsekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarz ile süslenmiş ve düzenlenmiştir.
İşte o sarayda gördüğün hârika sanatlar ise, şu âlemde görünen ilahi kudret mu’cizeleridir.
Ve o sarayda gördüğün yemekler ise; şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlahiyenin harika meyvelerine işarettir.
Ve oradaki ocak ve mutfak ise, burada kalbinde ateş olan Arz (dünya) ve Yeryüzüdür.
Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatta Allahın Kudsi İsimlerinin tecellilerine, yansımalarına misaldir.
Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam sanatlı mahluklar ve kudret kaleminin ölçülü nakışlarıdır ki, Kadîr-i Zülcelal’in Güzel İsimlerine delalet ederler.
Ve o Üstad ise, Seyyidimiz, Efendimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Yardımcıları ise, Geçmiş Peygamberler Aleyhimüsselâm’dır ve şakirdleri, talebeleri ise Evliya ve Asfiyadır.
O saraydaki Hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde Melaike Aleyhimüsselâm’a işarettir.
Temsilde, seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve insan ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir.
Ve o iki fırka ise, burada birisi ehl-i imandır ki Kainat Kitabındaki âyetlerin müfessiri, izahçısı olan Kur’an-ı Hakîm’in şakirdleridir.
Diğer güruh ise ehl-i küfür ve tuğyandır (inkarcı ve azgınlardır) ki, nefis ve şeytana tâbi’ olup yalnız dünyevi hayatı tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı yaşayan sağır, dilsiz, dâllîn (doğru yoldan sapkın) güruhudur.
Birinci kafile olan süeda (mesud ve Allahın rızasına tâlip insanlar) ve ebrar (özü sözü doğru, iyi kullar) ise, hem dünya hem ahiret saadetini ders veren o Üstadı dinlediler.
O Üstad hem kuldur; kulluğu, ibadeti noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenab-ı Hakk’ın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem Resuldür; risalet noktasında Rabbinin hükümlerini, kanunlarını Kur’an vasıtasıyla cin ve insana tebliğ eder.
Şu bahtiyar cemaat, o Resulü dinleyip Kur’ana kulak verdiler. Kendilerini, ibadetlerin her türünün fihristesi, özeti olan “namaz” ile birçok yüksek makamlar içinde çok latîf vazifelerle donanmış olarak gördüler. Evet namazın türlü zikirleri ve harekâtıyla işaret ettiği vazifeleri, makamları, tafsilatlıca, geniş olarak gördüler. Şöyle ki:
İlk olarak :
Eserlere bakıp, yüzyüze olmadıkları halde, Rabbimizin saltanatının güzelliklerine ibretli seyirci makamında kendilerini gördüklerinden; tekbir ve tesbih vazifesini eda edip “Allahu Ekber” dediler.
İkinci olarak :
Allahın Kudsi İsimlerinin tecellileri olan harikalara ve parlak eserlerine dellâllık, ilancılık makamında görünmekle “Sübhanallah, Velhamdülillah” diyerek takdis ve hamd ve şükür vazifesini îfa ettiler.
Üçüncü olarak:
Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde hazırlanmış nimetlerini zahir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve sena vazifesini edaya başladılar.
Dördüncü olarak:
İlahi İsimlerin definelerindeki cevherleri, manevî cihazların terazileriyle tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar.
Beşinci olarak:
Kader defteri üstünde kudret kalemiyle yazılan Rabbani mektubları mütalaa ve okumak makamında, tefekkür ve istihsan (beğenme) vazifesine başladılar.
Altıncı olarak:
Âlemdeki her şeyin yaratılışında ve sanatlı mahlukatın san’atındaki latîf incelik ve nâzenin güzellikleri temaşa (seyretmek) ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.
Demek kâinata ve eserlere bakıp, gaibane kulluk muamelesiyle bahsedilen makamlarda zikredilen vazifeleri eda ettikten sonra Sâni’-i Hakîm’in dahi muamelesine (icraatına, işlerine) ve fiillerine bakmak derecesine çıktılar ki, hâzırane bir muamele suretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelal’in, Yüce Yaradanın kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini şuur sahiplerine tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek
سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ
dediler. “Senin tarif edicilerin bütün masnuatındaki (mahlukatındaki) mu’cizelerindir.”
Sonra o Rahman’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ
dediler. (Sadece Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz)…
Sonra o nimetlerin Hakiki Sahibinin tatlı nimetleriyle merhamet ve şefkatini göstermesine karşı şükür ve hamd ile mukabele ettiler; dediler:
سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ
“Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz?
Sen öyle şükre lâyık bir Meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanların, nimetlerin açık lisan-ı halleri, şükür ve senanızı okuyorlar.
Hem âlem çarşısında dizilmiş ve yeryüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânlarıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar.
Hem rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cömertlik ve keremine şehadet etmekle senin şükrünü mahlukatın bakışları önünde îfa ederler.”
Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemal ve celal ve kemal ve kibriyasını (güzellik, yücelik, mükemmellik ve büyüklüğünü) göstermesine karşı, اَللّٰهُ اَكْبَرُ Allahu Ekber deyip ta’zim içinde bir aczle rükua gidip tevazu içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.
Sonra o Ganiyy-i Mutlak’ın (Sonsuz Zengin Allah’ın) servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı; fakirlik ve ihtiyaçlarını gösterip, dua edip, istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ “Ancak Senden yardım isteriz” dediler.
Sonra o Sâni’-i Zülcelal’in kendi san’atının latîflerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle mahlukat teşhirgâhında neşrine karşı مَاشَٓاءَ اللّٰهُ
(Mâşaallah) deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış!” deyip beğenerek, بَارَكَ اللّٰهُ (Bârekallah) deyip müşahede etmek, اٰمَنَّا (Âmennâ) deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak حَىَّ عَلَى الْفَلَاحِ (Hayye alel Felâh) deyip herkesi şahid tutmakla mukabele ettiler.
Hem o Ezel ve Ebed Sultanı, kâinatın her tarafında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdaniyetini (birlik ve benzersizliğini) göstermesine karşı; tevhid ve tasdik edip سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا (Semiğna ve atağna) diyerek itaat ve inkıyad ile (boyun bükerek) mukabele ettiler.
Sonra o Rabbü’l-Âlemîn’in uluhiyetini, ilahlığını göstermesine karşı; zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubudiyet, kulluk ile ve ubudiyetin hülâsası olan “namaz” ile mukabele ettiler.
Daha bunlar gibi çeşit çeşit ubudiyet, kulluk vazifeleriyle şu dünya diyarı denilen büyük mescidde ömürlerinin farizasını, borcunu ve hayatlarının vazifesini eda edip ahsen-i takvim suretini (insanın en yüksek kabiliyetlerde ve en yüksek surette yaratılması sırrını) aldılar.
Bütün mahlukat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, imanın kuvveti ve bereketi ile emniyet ve emanet ile techiz edilmiş emîn bir Halife-i Arz oldular.
Ve şu tecrübe meydanı ve şu imtihan yerinden sonra onların Rabb-i Kerîm’i onları, imanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak Dârüsselâma (Cennete) davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş (beşerin hayaline dahi gelemeyecek) derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve beka verdi.
Çünki ebedî ve sermedî olan bir cemalin, güzelliğin seyirci müştakı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir.
İşte Kur’an şakirdlerinin (talebelerinin) âkıbetleri böyledir. Cenab-ı Hak bizleri onlardan eylesin, Âmîn !
Amma fâcir (günahları açıktan işleyenler) ve şerir (kötülük eden tahribçiler) olan diğer güruh ise:
Büluğ (ergenlik) yaşıyla şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdaniyetin (Allahın varlık ve birliğini gösteren) delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran (nimetlere nankörlük ile inkar) ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün İlahi İsimlerin tecelliyatına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler; nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.
Evet insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, bu zikredilen vazifeler için verilmiştir.
(Bediüzzaman Said Nursi Hz’nin 11. Söz Risalesinden anladıklarımı, izah ve lügatlarıyla aldım).
Dr. Ali Kemal Pekkendir
ODTÜ Makina-82, Birmingham Uni-99
Windsor, İngiltere
Akpekkendir@yahoo.com
Tüm ifadeler:
2121