Kainatın kapalı tılsımını ve mutluluğun sırrını açan :

Şu Kainatın kapalı tılsımını ve insanlık için mutluluk kapısını açan :

YEDİNCİ SÖZ (1926’da yazılmıştır)

Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını (kapalı tılsımını) açan

اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ

(Amentü Billahi ve bil Yevmil Ahir) ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkilküşa (zorlukları gideren iki tılsım) olduğunu

ve sabır ile Hâlıkına (Yaradanına) tevekkül ve iltica

ve şükür ile Rezzakından (rızkı veren Allah’tan) sual ve dua;

ne kadar nâfi’ (faydalı) ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu;

ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek (boyun eğmek), namazı kılmak, kebairi (büyük günahları) terk etmek;

ebedü’l-âbâd (sonsuzlara doğru giden) yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdar (hoş, parlak) bir bilet, bir zâd-ı âhiret (ahiret azığı), bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir zaman bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında (döneminde) pek müdhiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:

Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm (iri) bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor.

Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor.

Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor (mecburi sürgün ediliyor).

O bîçare, şu dehşet içinde, me’yusane (ümitsizce) düşünürken; sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah (iyiliksever), nuranî bir zât peyda olur.

Ona der: “Me’yus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen (kullansan), o arslan, sana musahhar (emrinde) bir at olur.

Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh (gezinti) için hoş bir salıncağa döner.

Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal etsen; o iki müteaffin (çürümüş) yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) denilen latîf çiçeğe inkılab ederler (dönüşürler).

Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin.

İşte eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.”

Hakikaten bir parça tecrübe etti. Doğru olduğunu tasdik etti. Evet ben, yani şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünki biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.

Bundan sonra birden gördü ki:

Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler (haram içkiler) beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:

-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip (içki içip) keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.

Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?

Cevab: Bir tılsım.

-Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.

S- Hâ, şu ellerindeki nedir?

C- Bir ilâç.

-At şunu. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.

S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?

C- Bir bilet. Bir tayinat senedi.

-Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım ! der.

Herbir desise ile onu iknaya çalışır. Hattâ o bîçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa (çok aldatıcı adama) aldandım.

Birden sağ cihetinden ra’d (gök gürültüsü) gibi bir ses gelir. Der:

“Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!. Tâ Hızır gibi bu zât-ı semavî dediğini desin.”

İşte ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim !

Bil: O bîçare asker ise, sensin ve insandır.

Ve o arslan ise, eceldir.

Ve o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır (sonlanma ve ayrılıklardır) ki; gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur.

Ve o iki yara ise, birisi müz’ic (bunaltıcı) ve hadsiz bir acz-i beşerî (insanın acizlik ve çaresizliği);

diğeri elîm (acı veren), nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir (insanın fakirliği, sayısız ihtiyaçlarının olması).

Ve o nefy (sürgün) ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan (ruhlar âleminden), rahm-ı maderden (anne rahminden), sabavetten (çocukluktan), ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırat’tan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.

Ve o iki tılsım ise, Cenab-ı Hakk’a iman ve âhirete imandır.

Evet şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mü’mini, zindan-ı dünyadan (dünya hapishanesinden) bostan-ı cinana (cennet bahçelerine), huzur-u Rahman’a götüren bir musahhar (emir altında) at ve burak suretini alır.

Onun içindir ki: Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.

Hem zeval ve firak (sonlanma ve ayrılıklar), memat (ölümler) ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman (zamanın geçmesi), o iman tılsımı ile, Sâni’-i Zülcelal’in (Yüce Sanatkârın, Allah’ın) taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’cizat-ı nakşını (süsleme sanatının mucizelerini), havârık-ı kudretini (kudretinin harikalarını), tecelliyat-ı rahmetini (merhametinin tecellilerini), kemal-i lezzetle (tam bir lezzetle) seyr ve temaşaya vasıta suretini alır.

Evet Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin (aynaların) tebeddül edip (değişip) tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.

Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının (Yaradanın) kudretine istinad (dayanmak), hikmetine itimaddır (güvenmektir).

Öyle mi ?

Evet emr-i كُنْ فَيَكُونُ e (Ol deyince Oluverir emrine) mâlik bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle (güçsüzlük belgesiyle) istinad eden (dayanan) bir adamın ne pervası (korkusu) olabilir?

Zira en müdhiş bir musibet karşısında

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

(Biz Allah’a aidiz ve dönüşümüz de Ona’dır) deyip itminan-ı kalb ile (kalpten inanarak) Rabb-i Rahîm’ine itimad eder.

Evet ârif-i billah (Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bilen kişi), aczden (acizliğini, güçsüzlüğünü bilmekten), mehafetullahtan (Allah korkusundan) telezzüz eder (lezzet alır).

Evet havfta (korkuda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: “En leziz ve en tatlı haletin nedir?”

Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı (güçsüzlüğümü, zayıflığımı) anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.”

Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir (Allah’ın rahmet ve şefkatinin tecellisinden bir parıltıdır).

Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta (acizliğini hissetmekte ve Allah korkusunda) öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl (güç) ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip (kaçınıp), Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı (güçsüzlük ve Allah korkusunu), kendilerine şefaatçı yapmışlar.

Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzak-ı Rahîm’in (Çok Şefkatli ve herkese Rızkını veren Allah’ın) rahmetine itimaddır.

Öyle mi ? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerim’in (Çok Cömert ve İkram Edici Allah’ın) misafirine fakr u ihtiyaç (fakirlik ve muhtac olmak), nasıl elîm (elem veren) ve ağır olabilir?

Belki fakr u ihtiyacı, hoş bir iştiha (istek ve acıkma) suretini alır. İştiha gibi fakrın tezyidine (fakirlik hissini güçlendirmeye) çalışır.

Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler (fakirlikleriyle iftihar etmişler).

Sakın yanlış anlama ! Allah’a karşı fakrını (fakirliğini, ihtiyaçlarını) hissedip yalvarmak demektir.

Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.

Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak eda-i feraiz (farz namazlarını kılmak) ve terk-i kebairdir (büyük günahları terketmektir).

Öyle mi ? Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin (ihtisas sahibi ve gaybi iman hakikatlerini gözleriyle gören Peygamberlerin) ve bütün ehl-i zevk ve keşfin (manevi zevk ve keşif sahibi Evliyaların) ittifakıyla;

o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd yolunda (sonsuzlar tarafına giden yolda) zâd ve zahîre (yolculuk hazırlığı, azık), ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal (emirlerine uymak) ve nevahisinden içtinab (yadaklarından kaçınmak) ile elde edilebilir.

Yoksa fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.

İşte ey tenbel nefsim !

Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi (büyük günahı) terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir.

Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.

Ve fısk ve sefahete (günah ve haram eğlencelere) seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin:

Eğer ölümü öldürüp, zevali (sonlanma ve bitişi) dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı (güçsüzlük ve fakirliği yani sınırsız ihtiyaçları) beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim.

Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde (camisinde) Kur’an kâinatı okuyor!

Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban (daima tekrar edilen dua) edelim.

Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ الْا۪يمَانِ

Allahım, kalblerimizi iman nuruyla aydınlat !

(Said Nursi Hz’nin Sözler – 30-33’den lügat ve izahlı)

Dr. Ali Kemal Pekkendir

ODTÜ Makina-82, Birmingham-99

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir