KİTAPLARA İMAN VE KUR’AN
Ey Ehl-i Kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini müjdeledikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına, doğruluğuna olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. (İşarat-ül İ’caz sh: 49)
* * *
Kur’ân-ı Hakîm, şu Büyük Kainat Kur’an’ının en yüksek bir Müfessiridir ve en beliğ (gerçeğe uygun konuşan) bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır (iyi ve kötüyü ayırıp gösteren kitaptır) ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan tekvini ayetleri (harika yaratılışlarıyla Allahı tanıtan varlıkları) cin ve insana ders verir. (Sözler sh: 131)
* * *
Beyanat-ı Kur’âniye, beşerin cüz’i ilmine, hususen bir ümmînin ilmine müstenid (dayanmış) olamaz. Belki bir muhit ilme istinad ediyor; ve bütün eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakikatleri bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. (Sözler sh: 141)
* * *
Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve insana mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin konuşmaları ve üslûbu tarzında olması, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti (toplum hayatında beraber yaşamanın terbiye kaidelerini) ondan öğreniyor ve hâkezâ, herkes Onu merci (müracaat makamı) yapıyor… (Sözler sh: 185)
* * *
Elde Kur’ân gibi bir mucize-i bâki varken,
Başka bürhan (delil) aramak aklıma zâid (fazla-gereksiz) görünür.
Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam (susturmak) için gönlüme sıkletmi (manevi ağırlık mı) gelir? (Sözler sh: 365)
* * *
Kur’ân,
şu büyük kainat kitabının bir ezeli tercümesi,
ve tekvini ayetleri (Allahın varlıklar dünyasına koyduğu kanunları) okuyan mütenevvi dillerinin ebedi tercümanı,
ve şu gayb alemi ve şehadet alemi kitabının müfessiri,
ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı (açıp göstereni),
ve manidar hadiselerin satırları altında gizli hakikatlerin anahtarı,
ve görünen alemde gayb aleminin lisanı,
ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen Rahmanın ebedi iltifatlarının ve Sübhanın ezeli hitaplarının hazinesi,
ve şu İslâmiyet mânevî aleminin güneşi, temeli, hendesesi (mühendislik projesi),
ve Ahiret Alemlerinin mukaddes haritası,
ve Allahın Zât ve Sıfât ve Esmâ ve Fiillerinin açıklayıcı sözü, vazıh tefsiri , kesin bürhanı, yüksek tercümanı,
ve şu İnsanlık Aleminin terbiyecisi,
ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin suyu ve ışığı,
ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hidayet edicisi,
ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
hem bir kitab-ı dua,
hem bir kitab-ı hikmet,
hem bir kitab-ı ubudiyet,
hem bir kitab-ı emir ve davet,
hem bir kitab-ı zikir,
hem bir kitab-ı fikir,
hem bütün insanın bütün manevi ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları içine alan tek, câmi bir Kitab-ı Mukaddestir. (Sözler sh: 366)
* * *
Kur’ân-ı Hakîm, ittifakla , ümmî ve emin (okuma-yazması olmayan ve güvenilir) bir zâtın lisanıyla, zaman-ı Adem’den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyaların mühim hallerini ve ehemmiyetli vakıalarını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Geçmiş mukaddes kitapların ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, tashih edip düzelterek hakikat-i vakıayı açıklıyor. Demek, Kur’ân’ın gaybı gören gözü, o geçmiş kitapların umumunun üstünde geçmişteki olayları görüyor ki, ittifakî meselelerde tasdikle onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde tashihle onlara faysal oluyor. Halbuki, Kur’ân’ın geçmişteki olay ve ahvale dair ihbârâtı aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. Belki dinlemeye bağlı nakildir. Nakil ise, okuma yazma bilenlere mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, eminliği ile tanınan, ümmî lâkabıyla vasıflı bir zâta nüzul ediyor. (Sözler sh: 404)
* * *
Kur’ân,
bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
hem bütün semâvat ve arzın Yaratıcısı namına bir hitaptır;
hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir konuşmadır,
hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
hem muhit geniş Rahmet nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
hem İsm-i zamın muhitinden nüzul ile Arş-ı zamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan (hikmet-yayan) bir Kitab-ı Mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair Enbiyanın kitapları ve sayfalarının derecesi gelir. (Sözler sh: 367)
* * *
Kur’ân, kalblere kut ve gıda ve akıllara kuvvet ve gınâdır; ve ruha su ve ışık ve nefislere devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat (kelimelerin söylenişinin tatlı, manasının da hemen zihne girmesi) olduğundandır ki, usandırmıyor. (Sözler- 378)
* * *
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân Allahın kelamı olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammed ül-Emin dediğiniz zat gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet (okuma ve yazma) görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. (Sözler sh: 383)
* * *
Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabiri caizse programını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu (yapmacık ve zorlama belirtisi) ve tekellüf (zorlama, gösteriş) görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir aldatmanın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün saffetiyle, bütün hulûsuyla, sâfi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası “Güneşten geldim” der, Kur’ân dahi “Ben lemi Yaratan Allahın beyanıyım ve kelâmıyım” der. (Sözler sh: 397)
* * *
Bu dünyayı san’atlarıyla ziynetlendiren bir San’atkârın, san’atını güzel bulup seven insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur’ân’dır. (Sözler- 398)
* * *
Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. (Sözler sh: 408)
* * *
Kur’anın binler mes’elesinden herbirisi, beşerin saadetini dünyada temine hizmet etmekle beraber, ebedi hayatına da hizmet eder. (Sözler sh: 410)
* * *
Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü’minlere hüdâ ve rahmettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 128)
* * *
Kur’ân’ın takip ettiği esas maksadlar ve asıl unsurlar, kulluk ve tevhid, peygamberlik, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 234)
* * *
Kim Kur’an-ı Kerimi dinlerse dinlesin diyecek ki :
“Bu işittiğim Kur’ân, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün üstünde olacak. Umumun altındaki şık ise, kimse diyemez ve dememiş; şeytan dahi diyemez. Öyleyse umumun üstündedir…” (Mektubat sh: 406)
* * *
Zaman ihtiyarlandıkça, Kur’an gençleşiyor; işaretleri açığa çıkıyor… (Mektubat sh: 475)
* * *
Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak. (Şualar sh: 124)
* * *
Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette sosyal hayatı değiştirmekle beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem şahsi hayatlarında ve hem içtimai hayatlarında, hem siyasi hayatlarında öyle bir inkılâp yapmış ve devam ettirmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri tam bir hürmetle hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye (temizliyor) ve kalblerini tasfiye ediyor (safileştiriyor), ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mucizedir. (Şualar sh: 134)
Bediüzzaman Said Nursi r.a. Hz’nin Risale-i Nur Külliyatindan izahlı olarak derlenmiştir.