KUR’AN-I KERİM VE HZ. MUHAMMED s.a.v. HAKKINDA, ŞEYTANLA BİR MÜNAZARA DİYALOGU :

KUR’AN-I KERİM VE HZ. MUHAMMED s.a.v. HAKKINDA, ŞEYTANLA BİR MÜNAZARA DİYALOGU :

ŞEYTAN VE CEMAATİNE KARŞI KUR’AN’IN HÜCCET VE İSBATI :

İblisi ve şeytanları mağlub eden, azgın dinsizleri susturan Birinci Kısım : Tarafsız, objektif muhakeme/değerlendirme adı altında şeytanın mühim bir tuzağını kesin bir şekilde reddeden bir münazaradır.

Bu Risalenin te’lifinden onbir sene evvel (1918-19 gibi) Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid câmi-i şerifinde Hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen, Kur’anı pek âlî (yüce), çok parlak görüyorsun. Tarafsız, objektif muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı, insan sözü farzet bak… Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?” dedi.

Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’anın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan Şeytandır. Beni tehlikeli bir uçuruma yuvarlandırıyor.

Kur’andan meded istedim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey şeytan! Tarafsız, objektif muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.

Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirdlerinin (talebelerinin), dediğiniz tarafsız/objektif muhakeme ise, karşı tarafı tutmaktır. Tarafsızlık değildir, muvakkaten, geçici bir dinsizliktir.

Çünki Kur’ana beşer kelamı diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, karşıt şıkkı esas tutmaktır. Bâtılı gerekli görmektir, tarafsız objektif muhakeme değildir. Belki, bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farzet, bak.

Ben dedim: O da olamaz. Çünki hakkında aidiyet ihtilafı olan bir mal bulunsa, eğer iki iddiacı birbirine yakın ise ve mekân yakınlığı varsa; o vakit o mal, ikisinden başka (tarafsız) birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette (ortada) bir yere bırakılacak. Hangisi isbat etse o alır.

Eğer o iki iddiacı birbirine gayet uzak, biri şarkta (doğuda), biri garbta (batıda) ise; o vakit kural olarak “malı elinde tutan” kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünki ortada bırakmak kabil değildir.

İşte Kur’an kıymetdar bir maldır. Beşer kelâmı, insan sözü, Cenab-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, Yerden Göğe kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.

Hem ortası yoktur. Çünki varlık ve yokluk gibi ve iki karşıt gibi iki zıddırlar. Ortası olamaz.

Öyle ise Kur’an için mal sahibi, taraf-ı İlahîdir, ALLAH’tır.

Öyle ise onun elinde kabul edilip, öylece isbat delillerine bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah/Allah Sözü olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz.

Heyhat! (Ne gezer!) Binlerce kesin delillerin çivileriyle Arş-ı A’zam’a çakılan bu muazzam pırlantayı hangi el bütün o çivileri söküp, o direkleri kesip (onu) düşürebilir?

İşte ey Şeytan! Senin zıddına hak ve insaf sahibleri, bu suretteki hakikatlı muhakeme ile muhakeme edip değerlendirirler.

Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur’ana karşı imanını ziyadeleştirirler.

Senin ve talebelerinin gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farzedilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; bütün çivilerin kuvvetinde ve çok delillerin sağlamlığında bir tek delil lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Tâ küfrün karanlıklarından kurtulup, imanın nurlarına erişsin.

Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için senin desisen, tuzağın ile şu zamanda, tarafsız muhakeme, objektif değerlendirme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar…

Şeytan döndü ve dedi: Kur’an beşer kelâmına, sözüne benziyor, onların konuşmaları tarzındadır. Demek, beşer kelâmıdır.

Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her yönden hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim: Nasılki Peygamberimiz, mu’cizeleri ve kendine has özellikleri dışında, fiilleri, halleri ve davranışlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdetullah kanunlarına yani yaratılış (fizik) kanunlarına boyun eğmiş ve itaat etmiştir.

O da soğuk çeker, üşür, elem çeker ve benzeri… Herbir hal ve davranışında hârikulâde (normal üstü) bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine fiilleriyle, yaşayışıyla imam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin.

Eğer her davranışı ve işi hârikulâde olsa idi, bizzât her yönden imam olamazdı. Herkese mürşid-i mutlak (tek irşad edici, yol gösterici) olamazdı. Bütün halleri ile Rahmeten lil-âlemîn (Alemlere Rahmet) olamazdı.

Aynen öyle de:

Kur’an-ı Hakîm şuur sahiblerine (insan, cin, melaikeye) imamdır, cin ve insana mürşiddir, kâmil insanlara rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir, hocadır.

Öyle ise, beşerin konuşmaları ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir.

Çünki cin ve insanlar münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini, onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini (insanlara karşı edebli olma, insanca ve islamca yaşama âdâbını) ondan öğreniyor ve bunun gibi… Herkes onu müracaat/başvuru kaynağı yapıyor.

Öyle ise, eğer Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın Tûr-i Sina’da (Sina Dağında) işittiği Allah Kelamı tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve müracaat kaynağı yapamazdı.

Hazret-i Musa gibi büyük bir peygamber, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş:

اَهٰكَذَا كَلَامُكَ قَالَ اللّٰهُ ل۪ى قُوَّةُ جَم۪يعِ الْاَلْسِنَةِ

Senin kelamın böyle midir? Allah buyurdu: “Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim”.

(Suyuti, Ed-Dürr-ül Mensur, 3-536)

Şeytan döndü, yine dedi ki:

-Kur’anın meseleleri, konuları gibi çok zâtlar o çeşit mes’eleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi?

Cevaben Kur’anın nuruyla dedim ki:

Evvelâ, dindar bir adam, din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmaz. Hadsiz derecede haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.

فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّٰهِ

Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır? (Zümer Suresi, 32)

düsturundan titrer.

Ve ikinci olarak, bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece imkansızdır.

Çünki birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine, şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, geçici bir süre insanları kandırırlar. Fakat daimî kandıramazlar.

Çünki ehl-i dikkat nazarında ister istemez, her halde tavırları, davranışları ve halleri içindeki sun’ilik, yapmacık hareketler sahtekârlığını gösterecek. Hilesi devam etmeyecek.

Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendi maskara olacak.

Herbir hali bağıracak ki : Bu sahtekârdır.

İşte, hâşâ yüzbin defa hâşâ!.. Kur’an, beşer kelâmı (sözü) farzedildiği vakit:

Nasıl bir yıldız böceği bin sene zorlanmadan hakikî bir yıldız olarak rasad ehline (teleskopla uzayı gözlemleyenlere) görünsün.. hem bir sinek bir sene tamamen tavus şeklinde kendini yapmacık hareketsiz, temaşa ehline (seyircilere) göstersin..

Hem sahtekâr, cahil bir nefer; namı yüce, âlî bir müşirin (mareşalın) tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini hissettirmesin..

Hem iftiracı, yalancı itikadsız bir adam; müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en itikadlı bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en dikkatli nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında yapmacık hallerini saklasın !..

Bu ise yüz derece imkansızdır. Ona hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez. Öyle de farzetmek dahi, apaçık saçma bir imkansızlığı gerçekleşmiş farzetmek gibi bir hezeyandır (delice saçma sapan konuşmalardır).

Aynen öyle de: Kur’anı beşer kelâmı farzetmek; lâzım gelir ki:

Âlem-i İslâm’ın semasında gözle görünen pek parlak ve daima hakikat nurlarını neşreden bir hakikat yıldızı, belki bir kemalât güneşi telakki edilen “Kitab-ı Mübin”in mahiyeti; hâşâ bir yıldız böceği hükmünde, yapmacık hareket eden bir beşerin hurafeler dolu bir düzmesi olsun.

Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar (Sahabeler ve Akrabaları) bu sun’i yapmacık hareket eden zâtın ve onun beşeri sözlerinin farkında bulunmasınlar !

Ve onu (Kur’an’ı) daima yüce ve hakikatler kaynağı bir yıldız bilsinler.

Bu ise, yüz derece imkansız olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytaniyette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin ! Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın !

Yalnız manen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun. Yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Üçüncü olarak : Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek, lâzım gelir ki :

Eserleriyle, tesirleriyle, neticeleriyle insaniyet aleminin gözle görünen en ruhlu ve hayat-saçan, en hakikatlı ve mutluluk-veren, en cem’iyetli (birbirine uyumlu kelimeleri aynı ifade içinde bulunduran) ve mu’cizbeyan (beyan tarzı mucize olan), yüksek meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan’ın gizli hakikatı; hâşâ, yardımcısı olmayan, ilimsiz bir tek insanın sahtekâr, âdi fikrinin uyduruk ifadeleri olsun !

Ve yakından onu dikkatle seyreden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehalar, ondan hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve yapmacık hareket eseri görmesin !

Daima o zâtta ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun !

Bu ise, yüz derece saçmalık dolu bir imkansızlıktır !

Bütün halleriyle, sözleriyle, hareketleriyle bütün hayatında emin/güvenilir olmayı, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti (dürüstlüğü) gösteren ve ders veren ve Sıddıkînleri yetiştiren en yüce, en parlak, en yüksek haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zâtı; en emniyetsiz (güvenilmez), en ihlassız, en itikadsız farzetmekle, kat kat bir imkansızlığı vaki’ ve gerçek görmek gibi şeytanı dahi utandıracak bir küfür hezeyanıdır.

Çünki şu mes’elenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal olarak (olmayacak şeyi olmuş gibi düşünsek) Kur’an Allah Kelamı olmazsa, arştan zemine (yere) düşer gibi sukut eder. Ortada kalmaz.

Yüce Hakikatlerin toplandığı kaynak iken, hurafelerin, yalan hikayelerin menbaı olur.

Ve o hârika fermanı gösteren Zât, – hâşâ sümme hâşâ- eğer Resulullah, Allah’ın Elçisi olmazsa; yücelerin en yücesi makamından alçakların en alçağı çukuruna düşmesi gerekir.

Ve kemalât (yüksek ahlak) menbaı derecesinden, desise ve hile madeni makamına düşmesi lâzım gelir. Ortada kalmaz.

Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen en alçak bir dereceye düşer.

Bir sineği, daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük vasıflarını onda her vakit gözlemlemek ne kadar imkansız ise, şu mes’ele de öyle muhaldir, imkansızdır. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin.

Dördüncü olarak, Hem Kur’anı beşer kelamı farzetmek lâzım gelir ki :

Ademoğlu nev’inin, insanlığın, en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) mukaddes kumandanı olan Kur’an, gözle görünen kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, tesirli emirleriyle o pek büyük orduya yani Ümmete, iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam vermiş, ve bir inzibat (asayiş ve emniyet) altına almış ve maddî-manevî donatmış.

Ve umum o ferdlerin (bütün müslümanların) derecelerine göre akıllarına hocalık yapmış ve kalblerini terbiye etmiş.

Ve ruhlarına hâkim olmuş ve vicdanlarını temizlemiş ve a’zâ ve organlarını istimal ve istihdam etmiş…..

Bütün bunlara rağmen, hâşâ, yüzbin defa hâşâ!. O Kur’an’ı kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farzedip yüz derece imkansızlığı kabul etmek lâzım gelir !

Hayatı müddetince ciddî hareketleriyle Hakk’ın kanunlarını Âdemoğullarına ders veren

ve samimî işleriyle hakikatın düsturlarını beşere öğreten

ve hâlis ve makul sözleriyle, dürüstlüğün, istikametin ve saadetin metodlarını gösteren ve tesis eden

ve bütün tarihçe-i hayatının şahitliğiyle Allah’ın azabından çok korkan

ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren

ve insanlığın beşte birine ve Yer Küresinin yarısına bin üçyüzelli sene (şimdi 1450 sene) kemal-i haşmet ile kumandanlık eden

ve Cihanda en yüksek sadâyı çıkaran

ve meşhur halleri ve eylemleriyle beşer nev’inin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri (övünç kaynağı) olan bir Zâtı;

– hâşâ, yüzbin defa hâşâ- sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez ve haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farzetmekle yüz derece imkansızı birden kabul etmek lâzım gelir.

Çünki şu mes’elenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal (imkansızı farzetmek) olarak Kur’an Kelâmullah (Allahın Sözü) olmazsa; arştan düşse, ortada kalamaz. Belki yerde yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir.

Bu ise ey şeytan ! Yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

Şeytan döndü, dedi:

Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllarına (filozoflarına) Kur’anı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.

ELCEVAB:

Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Ikinci olarak : Hem maksatsız, sathî (yüzeysel) bir nazarla bakılsa, gayet imkansız bir şey, mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. Ay’ı gördüm demiş. İşte muhaldir ki; hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat kasden ve bizzât Ay’a baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için o imkansızı mümkün telakki etmiş.

Üçüncü olarak: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Kabul etmemek bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok muhal, imkansız şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise; o kabulsüzlük değil, belki o, yokluğun kabulüdür. Bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye, çalışmaya mecburdur.

O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur.

Hem ey şeytan ! Bâtılı hak ve muhali (imkansızı) mümkün gösteren gaflet ve dalalet ve safsata ve inad ve mugalata (demagoji, yanıltıcı sözler) ve mükâbere (kendini büyük görerek kavga çıkarmak) ve kandırmak ve görenek (atalarının veya toplumunun adetlerine uymak) gibi şeytanî desiselerle (hilelerle) çok imkansızlıkları netice veren inkâr ve küfrü, o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun !

Dördüncü olarak : Hem Kur’anı, beşer kelamı farzetmek, lâzım gelir ki:

İnsanlık âleminin gökyüzünde yıldızlar gibi parlayan Asfiyalara, Sıddıkînlere, Aktab ve Evliyalara bilmüşahede rehberlik eden

ve apaçık şekilde mütemadiyen (devamlı surette) hak ve hakkaniyeti, sıdk (dürüstlük) ve sadakati, emn ve emaneti (güvenilir olmayı) umum yüksek ahlak ve fazilet sahiplerine ders veren

ve iman esaslarının hakikatleriyle ve islamiyetin esaslarının düsturlarıyla iki cihanın saadetini temin eden

ve bu icraatının şahitliğiyle, zorunlu olarak, hak ve hâlis ve safi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olması lâzım gelen bir kitabı;

kendi vasıflarının ve tesir ve etkisinin ve nurlarının zıddıyla sıfatlanmış tasavvur edip,

-hâşâ sümme hâşâ- bir sahtekârın uydurması ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak;

sofestaîleri (herşeyi inkar eden Septisizm safsatacılarını) ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek çok çirkin bir küfrî hezeyandır !

Gösterdiği Din ve Şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle

ve hayatı müddetince gösterdiği bilittifak fevkalâde takvasının ve hâlis ve safi kulluk ve ibadetlerinin delaletiyle

ve bilittifak kendinde görünen güzel ahlâkın iktizasıyla

ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatın ve sahib-i kemalâtın (Asfiya, Müçtehid Âlimler ve Evliyanın) tasdikiyle

En itikadlı, en sağlam inançlı, en emin, en sadık bir Zâtı,

-hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kere hâşâ- itikadsız, en emniyetsiz (güvenilmez), Allah’tan korkmaz bir vaziyette farzetmek;

Saçma imkansızlıkların en çirkin ve en nefret edilecek bir suretini ve sapkın dinsizliğin en zulümlü ve karanlık bir tarzını kabullenmek lâzım gelir.

ELHASIL: 19. Mektub’un 18. İşaretinde denildiği gibi :

Nasıl kulaklı ami tabakası Kur’an’ın mucizeliğini anlarken demiş:

Kur’an, bütün dinlediğim ve dünyada mevcud kitablara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.

Öyle ise ya Kur’an umumunun (hepsinin) altındadır veya umumunun üstünde bir derecesi vardır.

Umumun altındaki şık ise, saçmalık dolu bir imkansızlık olmakla beraber, hiçbir düşman hattâ şeytan dahi diyemez ve kabul etmez.

Öyle ise Kur’an, umum kitabların üstündedir. Öyle ise mu’cizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl (Fıkıh usulü, Metod bilimi) ve fenn-i mantıkça (Mantık Bilimine göre) sebr ve taksim denilen en kat’î bir hüccetle (delil ve isbat metoduyla) deriz:

Ey şeytan ve ey şeytanın şakirdleri!

Kur’an, ya arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan gelmiş bir kelâmullahtır (Allahın Sözüdür)

veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kere hâşâ- yerde sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir.

Bu ise ey şeytan, geçmiş delil ve hüccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemiyeceksin.

Öyle ise zaruri olarak ve şübhesiz, Kur’an, Kâinat’ı yaratan Allahın kelâmıdır.

Çünki ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasılki kat’î bir surette isbat ettik. Sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, ya Resulullahtır ve bütün Resullerin en mükemmeli ve bütün mahlukatın efdalidir (en üstünüdür)

veyahut -hâşâ yüzbin defa hâşâ- Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikadsız, en alçak seviyeye sukut etmiş bir beşer farzetmek lâzım gelir ki:

Bu ise ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa Feylesofları ve Asya Münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz.

Çünki bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünyada yoktur.

Onun içindir ki, güvendiğin o Feylesofların en müfsidleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki:

“Muhammed-i Arabî (A.S.M.) çok akıllı idi. Çok güzel ahlâklı idi.”

Madem şu mes’ele sadece iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık muhaldir, imkansızdır ve hiçbir kimse buna sahib çıkmıyor ve madem kat’î hüccetlerle, deliller ile isbat ettik ki, ortası yoktur.

Elbette zaruri olarak, senin ve hizbü’ş-şeytanın (şeytanın cemaati ve partisinin) aksine olarak apaçık ve hakkalyakîn derecesinde iman ederiz ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmelidir (en mükemmelidir), bütün mahlukatın efdalidir (en yücesidir).

عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالْاِنْسِ وَالْجَانِّ

(Melekler, insanlar ve cinler adedince Ona salat-u selam olsun).

(Haşiye) : Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz, çirkin tabiratlarını ibtal etmek için bahsetmesine dayanarak, dalalet ehli dinsizlerin küfrî fikirlerinin bütün bütün imkansızlığını ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için şu tabirleri farz-ı muhal suretinde “titreyerek” kullanmağa mecbur oldum.)

(Said Nursi Hz’nin Sözler eserinden anladıklarımı lügatlı izahlar ile paylaşıyorum. Ateist sitelerinde neşredilmiştir).

Dr. Ali Kemal Pekkendir

ODTÜ Makina-82, Birmingham Uni-99

Windsor, İngiltere

Akpekkendir@yahoo.com

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir