25.SÖZ MUCİZAT-I KUR’ANİYE RİSALESİNE BİRİNCİ ZEYL
(Kur’an’ın Allah Kelamı ve En Büyük Mucize olduğuna dairdir)
Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kâinattan Rabbini soran yolcu, kendi kalbine dedi ki:
“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel bu kitab, bizim Hâlıkımızın (Yaradanımızın) kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye (araştırmaya) başladı.
Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları (Kuran’ın mucizelik parıltılarından) olan Risale-i Nur’a baktı ve onun 130 risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü.
Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid (inatçı) ve mülhid (dinsiz) bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi (Kuran hakikatlerini) mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı (kaynağı) ve mercii (referansı) ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir.
Hattâ Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan 25. Söz ile 19. Mektub’un âhiri, Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.
Kur’anın vech-i i’cazını (mucizelik yönünü) ve Hak kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle “büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya” dikkat etti.
Birinci Nokta:
Nasılki Kur’an bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine (gerçekten Allah kelamı olduğuna) delil olan bütün hakaikıyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir mu’cizesidir.
Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle (peygamberligini isbat eden deliller ile) ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’anın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah (Allah sözü) olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır (kesin delilidir).
İkinci Nokta:
Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlı bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye (sosyal hayatta değişim) ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde (toplum hayatlarında), hem hayat-ı siyasiyelerinde (siyasi hayatlarında) öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş (devam ettirmiş) ve idare etmiş ki, 14 asır müddetinde her dakikada 6666 âyetleri, kemal-i ihtiramla (büyük bir hürmet ve saygıyla) hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor (temizliyor); ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor.
Elbette böyle bir kitabın misli (benzeri) yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
Üçüncü Nokta:
Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki
(Belagat: hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san’atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve Maani, Beyan, Bedi’ diye üç kısma ayrılır. Bugün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i belâğat denilir.)
Kâ’be’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” (Yedi Asılan Kaside) namıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasidesini Kâ’be’den indirirken demiş:
“Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevi bir edib
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ
âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış.
Ona dediler: “Sen müslüman mı oldun?”
Dedi: “Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”
Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binler dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki:
“Kur’anın belâgatı, tâkat-i beşerin fevkindedir (insan gücünün ötesindedir) yetişilmez.”
Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya (bir Surenin benzerini yapmaları için kafirleri) davet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup; gururlarını kıracak bir tarzda der:
“Ya bir tek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.”
diye ilân ettiği halde o asrın muannid (inadçı) beliğleri bir tek surenin mislini (benzerini) getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan ve can ve mallarını tehlikeye atan muharebe (savaş) yolunu ihtiyar etmeleri (seçmeleri) isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem Kur’anın dostları, Kur’ana benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden (fikirlerin birbirine eklenmesiyle gelişen) milyonlar Arabî kitablar ortada geziyor.
Hiçbirisi ona yetişemediğini, hattâ en âmî adam dahi dinlese, elbette diyecek :
Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde (üstünde) olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez !
Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir (bütün Arabça kitabların üstündedir).
Hattâ bir adam
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
âyetini okudu. Dedi: “Bunun hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.”
Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”
O da kendini Kur’andan evvel orada tahayyül (hayal) ederken gördü ki:
Mevcudat-ı âlem (evrendeki varlıklar) perişan, karanlıklı camid (cansız) ve şuursuz ve vazifesiz olarak halî (boş), hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar.
Birden Kur’anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı, ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara (şuur sahiblerine) ders verip gösteriyor ki :
bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde başta semavat ve arz (gökler, uzay ve yeryüzü) olarak umum mahlukat hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla (coşup taşarak) mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunuyor diye müşahede etti ve bu âyetin derece-i belâgatını zevkederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’anın zemzeme-i belâgatı (belagatli nağmesi, hoş sesi) arzın nısfını (yeryüzünün yarısını) ve nev’-i beşerin humsunu (insanlığın beşte birini) istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla (büyük bir hürmet görerek) ondört asır bilâ-fâsıla (aralıksız) idame (devam) ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
Dördüncü Nokta:
Kur’an öyle hakikatlı bir halâvet (tatlılık, şirinlik) göstermiş ki, en tatlı birşeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’anı tilavet edenler (okuyanlar) için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini (tatlılığını) ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup (kabul edilip) darb-ı mesel (meşhur söz) hükmüne geçmiş.
Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet (alışkanlık dışı) göstermiş ki, ondört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüş.
Her taife-i ilmiye (bilim sınıfı) ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle (çokça) yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri (uydukları) halde o üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini (tuhaflığını, farklılığını) aynen muhafaza ediyor.
Beşinci Nokta:
Kur’anın bir cenahı (kanadı) mazide (geçmiş zamanda), bir cenahı müstakbelde (gelecek zamanda), kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği (doğruladığı) ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle (yani Kurandaki iman hakikatlerine ve geçmiş asırlara dair verdiği bilgilere uygun metinleri ile) bunu (Kur’an’ı) tasdik ettikleri gibi;
öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri (meyveleri), hayattar tekemmülleriyle (evliya ve yüksek müçtehid alimlerin mükemmel fazilet ve ilim seviyelerine Kur’an sayesinde yükselmeleriyle), şecere-i mübarekelerinin (bereketli ağaçları olan Kur’an’ın) hayatdar, feyizdar (feyiz veren) ve hakikat-medar (gerçeklerin dairesi) olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur’anın ayn-ı hak ve mecma-ı hakaik (hakikatlerin merkezi) ve câmiiyette (pek çok manaları ve hakikatleri içinde toplamıs olmakta) misilsiz (benzersiz) bir hârika olduğuna şehadet eder.
Altıncı Nokta:
Kur’anın altı ciheti (yönü) nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini (doğruluk ve gerçeklik ve adalet üzre olduğunu) gösterir.
Evet, altında hüccet ve bürhan (isbat edici deliller) direkleri,
üstünde sikke-i i’caz lem’aları (mucizeliğini isbat eden parıltıları),
önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn (iki cihan saadeti) hediyeleri ve
arkasında nokta-i istinadı (dayandığı nokta) vahy-i semavî hakikatları,
sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin (doğru istikametli, sağlam düşünen akılların) deliller ile tasdikleri,
solunda selim (sağlam, emin) kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları (ciddi inanç ve kararlılıkları) ve samimî incizabları (gönülden bağlanmaları) ve teslimleri;
Kur’anın fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye (yeryüzünde semavi bir kale) olduğunu isbat ettikleri gibi;
altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğunu ve beşerin kelâmı olmadığını ve yanlışı bulunmadığını imza eden,
başta bu kâinatta daima güzelliği izhar (gösteren), iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden (faaliyet ilkesi kabul eden) bu Kâinatın Mutasarrıfı (İdarecisi, Hâkimi),
o Kur’ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet (saygı duyulan bir makam) ve bir mertebe-i muvaffakıyet (başarı mertebesi) vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi;
İslâmiyetin menbaı ve Kur’anın bir tercümanı olan zâtın (A.S.M.) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı (hürmet etmesi) ve nüzulü (ayetlerin kalbine inişi) zamanında uyku gibi bir vaziyet-i naimanede (uyuklar bir vaziyette) bulunması ve sair kelâmları (diğer sözleri, yani hadisleri) ona (Kur’an’a) yetişememesi ve bir derece benzememesi
ve ümmiyetiyle beraber (okur-yazar olmaması ile beraber) gitmiş ve gelecek hakikî hâdisat-ı kevniyeyi (dünya ve kainattaki hadiseleri), gaybiyane (görmediği halde) Kur’an ile tereddüdsüz ve itminan (kendine tam güvenle) ile beyan etmesi
ve çok dikkatli gözlerin (çevresindeki binlerce mümin Sahabelerin ve müşrik kâfirlerin) nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercüman, bütün kuvvetiyle Kur’anın herbir hükmünü öyle iman ve tasdik edip hiçbir şey onu sarsmaması
dahi Kur’anın semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin (Merhametli Yaradanın) mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem nev’-i insanın humsu (insanlığın beşte biri), belki kısm-ı a’zamı (büyük bir kısmı), göz önündeki o Kur’ana müncezibane (gönülden cezb ile bağlılıkları) ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane (hakikat sevgisiyle) ve müştakane (aşk ve sevgi ile) kulak vermesi
ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîler dahi, tilaveti vaktinde (okunduğu anlarda) pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kur’anın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem nev’-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden (en budala ve cahilden) tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur’anın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatları fehmetmeleri (anlamaları)
ve yüzer fen ve ulûm-u İslâmiyenin (islami ilimlerin) ve bilhâssa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve Usûlü’d-Din ve İlm-i Kelâm’ın dâhî muhakkikleri gibi her taife kendi ilmine ait bütün hâcatını (ihtiyaçlarını) ve cevablarını Kur’andan istihrac etmeleri (çıkartmaları), Kur’anın menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, (şimdiye kadar müslüman olmayanlar) muarazaya (benzerini yapmaya) pekçok muhtaç oldukları halde, Kur’anın i’cazından (mucizelik yönlerinden) yedi büyük vechi varken, yalnız bir tek vechi (yönü) olan belâgatının (tek bir suresinin) mislini (benzerini) getirmekten istinkâfları (çekimser kalmaları) ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına (mucizelik tarzına) karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri (suskun kalmaları); Kur’an mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkinde (beşer gücünün ötesinde) olduğuna bir imzadır.
Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi (ortaya çıkması) noktasından Kur’anın misli (benzeri) olamaz ve ona yetişilemez.
Çünki Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hâlıkının (Yaratıcısının) hitabı ve konuşması
ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek (yapmacık sun’ilik hissettirecek) hiçbir emare bulunmayan bir mükâlemesi (konuşması)
ve bütün insanların belki bütün mahlukatın namına meb’us (gönderilen) ve nev’-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan
ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı (iman büyüklüğü), koca İslâmiyeti tereşşuh edip (meydana çıkartarak) sahibini Kab-ı Kavseyn makamına (Mirac’ta imkan ve vücub ortasında bir makama) çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden (Allaha bizzat muhatab olmaya mazhar eden)
ve saadet-i dâreyne (dünya ve ahiret saadetine) dair ve hilkat-i kâinatın (evrenin yaratışının) neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesaili (mes’eleleri) ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden
ve koca kâinatı bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip çevirip, onları yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden (tanıtan, öğreten)
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elbette mislini (benzerini) getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına (mucizelik derecesine) yetişilmez.
Hem Kur’anı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binler mütefennin ulemanın (derin âlimlerin), senedleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri (özellikleri) ve sırları ve âlî manaları
ve umûr-u gaybiyenin (geçmişe ve geleceğe dair işler ve evrende gözle görünmeyen şeylerin) her nev’inden kesretli gaybî ihbarları (bilinmeyenden verdiği haberleri) izhar ve isbat etmeleri
ve bilhâssa Risale-i Nur’un 130 kitabı, herbiri Kur’anın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla (deliller ile) isbat etmesi ve bilhâssa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer (tren) ve tayyare (uçak) gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’andan istihrac eden 20. Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şuâ ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam ve esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini isbat eden küçücük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’anın bir hakikatını, bir nurunu izhar etmesi;
Kur’anın misli (benzeri) olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette (görünen âlemde) âlem-i gaybın (görünmeyen âlemin) lisanı ve bir Allâmü’l-Guyub’un (Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hakk’ın) kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’anın mezkûr (yukarda zikredilen) meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin (yer) yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek (aydınlatarak) kemal-i ihtiram (büyük bir saygı) ile devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki,
Kur’anın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı, on haseneyi ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde herbir harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış,
diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:
“İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an, surelerinin icmaıyla ve âyâtının (âyetlerinin) ittifakıyla ve esrar ve envârının (sırları ve nurlarının) tevafukuyla ve semerat ve âsârının (meyveleri ve eserlerinin) tetabukuyla (uygunluğu ile) bir tek Vâcibü’l-Vücud’un vücuduna ve vahdetine (varlığı şeksiz şüphesiz kesin Allah’ın varlık ve birliğine) ve sıfâtına ve esmasına (isimlerine) deliller ile isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki; bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler (ortaya çıkmışlar)”…
İşte bu yolcunun Kur’andan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onyedinci Mertebesinde böyle:
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الَّذ۪ى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِه۪ ف۪ى وَحْدَتِهِ الْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ لِاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَ الْاِنْسِ وَ الْجَٓانِّ اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِه۪ ف۪ى كُلِّ دَق۪يقَةٍ بِكَمَالِ الْاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأَٓتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ الْاِنْسَانِ الدَّائِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰى اَقْطَارِ الْاَرْضِ وَ الْاَكْوَانِ وَ عَلٰى وُجوُهِ الْاَعْصَارِ وَ الزَّمَانِ وَ الْجَار۪ى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ الْاَرْضِ وَ خُمْسِ الْبَشَرِ ف۪ى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرٍ بِكَمَالِ الْاِحْتِشَامِ .. وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ الْاِلٰهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَسْرَارِه۪ وَ اَنْوَارِه۪ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِه۪ وَ ثَمَرَاتِه۪ وَ اٰثَارِه۪ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ
denilmiştir.
Sözler -445-447
Said Nursi R.A.
(Not: parantez içindeki izahlar ve lugatler, Risale’nin aslına ait değildir, benim izahlarımdır)